Pamir Şen
Pamir Şen - Yazar

Oppenheimer

1945 yılının 16 Temmuzunda, yeryüzünde ilk defa atom bombası patladı. Bu adına “Trinity” (teslis, üçleme) denilen deneyin sonucunun alındığı tek bir ana tekabül ediyordu. 1942 yılından beri devam eden Manhattan Projesi netice vermiş, nükleer bomba bu dünyaya doğmuştu. Bunu takip eden Hiroshima ve Nagazaki faciaları ile bir savaş biterken diğeri (soğuk olan) başladı ve esasen hem yönetmen Christopher Nolan’ın nesline, hem de o neslin tecrübelerine en azından filmlerden aşina olan sonraki nesillere bir anlamda
‘nükleer anksiyete’ bıraktı. 1949’da Sovyetlerin atom bombalarını ‘başarıyla’ test etmelerini ardından, iki kutbun harbe girmesinin sonucunda yaşanabilecek kıyamet senaryoları özellikle 1962 füze kriziyle arşa vardı. O zamanın ruh halini Chris Marker’in fotoromanı La Jetée (1962) ve Stanley Kubrick’in nükleer tehdidi parodize ederek son derece çarpıcı şekilde anlattığı filmi Doktor Strangelove’da (1964)
gözlemlemek mümkündür.

Rusya-Ukrayna savaşıyla epeydir soğuk duran nükleer anksiyetenin yeniden dolaptan çıkıp masalara konu olmaya başladığı son yıllarda Nolan, kanımca doğru zamanda doğru projeye girişme konusunda ne kadar mahir olduğunu gösterdi. Teknolojiye ve bilime olan ilgisini Prestij’den (2006) Yıldızlararası’na (2014) çeşitli
filmlerde gördüğümüz rejisör, bu kez Memento’daki (2000) lineer olmayan ve bir yandan ileriye bir yandan geriye giderek ortada birleşen anlatı tekniğini, daha da karışık şekilde kullanarak veriyor. Bir kez daha hikayenin climax noktası geleneksel trajedilerde olduğu üzere ortada değil, filmin sonunda seyirciye takdim edilmiş. Nolan hem bir magnum opus ortaya koymaya çalışıyor, hem de bunu kendi tarzına aşina
olan seyircilerle epey yakın temas halinde yapıyor. Peki ama neden atom bombası?
Burada biraz filmin içine girmekte fayda var. Robert Oppenheimer, bilindiği üzere “atom bombasının babası”, bombayı yapmak için epey büyük bir heves içinde. Bu hevesin -gerçek hikaye bir kenara- filmde görebildiğim kadarıyla ardında yatan başlıca sebep, bir teorik fizikçi olan Robert’ın, kağıt ve tahta üzerine çizdiği formüllerin gerçek dünyayla temasını ilk elden tecrübe etme arzusu. Bu temas, yüzde sıfıra yakın ihtimalle de olsa, atmosferi yakarak dünyanın sonunu getirebilirdi. Böyle bir riski göze alan birinin Japonya’ya atılan bombaların yarattığı yıkım karşısında dehşete düşmesi bile garip gelebilir. Ancak Robert, kafasındaki soruya cevap bulduğu, bir bakıma kendini gerçekleştirdiği, yani Trinity deneyinin başarıya
ulaştığı andan itibaren, nükleer silahlanmanın yaratabileceği felaketlere karşı toplumu uyarmaya soyunuyor. Bu bakımdan onu tanrılardan insanlara ateşi veren Promete’den ziyade, kendi peydah ettiği ejderhayla savaşan Beowulf’a benzetmek mümkün.
Üç saatlik filmin bilhassa son saati, 1950'ler Amerikasını ve soğuk savaşı anlamak için epey önemli olan McCarthy soruşturmalarına yöneliyor ve bu konuda literatür hakimiyetim yetersiz olduğundan, George Clooney’nin hem yönetip hem oynadığı İyi Geceler ve İyi Şanslar (2005) ve Irwin Winkler’ın yönetip Robert de Niro'nun başrolünü oynadığı Şüphe ve Ceza (1991) filmlerini tavsiye etmekle yetiniyorum.

Toplam 4744 defa okunmuştur.

Pamir Şen diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.