Pamir Şen
Pamir Şen - Yazar

Sinema ve Müzik

Sinema ve müzik ilişkisi sesli filmlerden bile eskidir. Henüz makaralara ses kaydedilemezken ve filmler sessizken, seyirciye filmin duygusunu aktaracak bir çalgıcı grubu mevcuttu. Bu grubun büyüklüğü salonla doğru orantılıydı. Büyük sinemalarda koca bir orkestra görmek mümkünken, küçük taşra sinemaları bazen bir piyanistle yetinirdi. Film müzikleri genellikle standart değildi. Her orkestra kendi repertuarına göre çalardı. Bu anlamda filmi yapanların etki alanı seyircinin ne göreceği ile sınırlıydı. Ne duyacağı salondan salona değişirdi. 1927 senesinde Caz Mugannisi’nin vizyona girmesini takiben sesli filmler, Amerikalıların tabiriyle “talkie”ler tarih sahnesindeydi. 30'ların ortalarına kadar en gelişmiş teknolojiye sahip Hollywood’da bile senkron sorunları olsa da, karakterler

herhalükarda dile gelmişti. Tabii müziksiz bir film -bazı deneysel örnekler hariç- düşünülemediği için, aynı konuşmalar gibi müziğin de makaranın içine gömülmesi

gerekti. Böylelikle 1920'lerin sonuna kadar ayrı telden çalan film ve onun müziği, artık yekvücuttu. Bu klasik dönemin veya başka deyişle “Hollywood’un Altın Çağı'nın” o zamanın stüdyo sistemi içinde üretilen müziklerinin çoğu birbirine benzerdi. Amacı iyi müzikler yapmak değil, filmin hikayesine katkıda bulunmaktı. Filmdeki farklı konuların, bazen karakterlerin kendi “temaları” olmalıydı. Böylelikle seyirciye duyguyu geçirmek kolaylaşır, insanlar filmi daha çok beğenir, hasılat artardı. Kompozitörün filme kattığı en duygusal parça da genellikle “love theme” (aşk teması) olurdu. Bu klasik türün belki de en meşhur bestecisi Kazablanka (1942) ve Rüzgar Gibi Geçti (1939) filmlerinin müziklerini yapan Max Steiner’dır. Steiner’in Kazablanka skoru, "As Time Goes By" gibi eski bir pop şarkısı ve Fransız millî marşı "La Marseillaise"i kapsayan, orijinal müzikler de içeren ve film boyu süren bir tür remikstir desek yeridir. Hem de öyle bir remikstir ki o esnada hangi tema çalıyor olursa olsun Rick ve Ilsa arasında romantik bir yakınlaşma veya gerilim başladığı anda devreye "As Time Goes By" girer. Yine benzer şekilde, İkinci Dünya Savaşı ve vatanseverlik öne çıktığı anda "La Marseillaise" dahil olur. Film ve müziği hikâyeyi anlatmak için kusursuz bir senkron içinde adeta tango yapmaktadırlar.

Sinema ve Müzik 2 İleriki yıllarda pek çok şey gibi filmler de değişecekti. 1960'lardan itibaren gelişen Yeni Hollywood bir yana, önceden çok itibar görmeyen aksiyon, bilim kurgu ve fantezi gibi türler öne çıktı. Dahası artık salonlar eskisi kadar dolmadığı için stüdyolar filmleri salonun dışına taşırmak zorunda kaldılar. Özellikle film serileri, seyirciye sadece hikâye değil, alternatif bir dünya da vaat etmeye başladı. Burada müzik yine başroller arasındaydı. John Williams’ın Star Wars ve Indiana Jones, sonrasında Harry Potter filmlerine yaptığı temalar, nerede duyarsa duysun seyirciyi bir anda o serinin dünyasının içine çeken, adeta tahrik edici elementler olmuştur. Bizde bu tarzın en meşhur örneği olarak Melih Kibar ve Hababam Sınıfı verilebilir. Tüm bu örneklerde müzik, filmin hikayesine katkıda bulunmaktan fazlasını yapar. Seyirciyi karakterlerin arasına çekmek yerine, karakterleri seyircinin arasına iter. 60'lardan itibaren öne çıkmaya başlayan bir diğer besteci olan Ennio Morricone, Williams ve Kibar’dan farklı olarak, geleneksel amaca hizmet eden müzikler üretti. Onun repertuarındaki İyi, Kötü ve Çirkin (1966), Bir Zamanlar Amerika (1984) ve Cinema Paradiso (1988) gibi skorlar, içinde geçtiği alemin değil filmin kendisinin alametifarikası olarak belirirler. Ancak Morricone'nin öne çıkan tarafı, yönetmenin anlattığı hikâyenin duygusal tarafını neredeyse tamamen ona havale edebilecek olmasıdır. Eğer sinemayı bir kandırmaca ve duygu manipülasyonu olarak görecek olursak, Morricone'nin müzikleri anlatıcının değil, izleyenin ‘suç ortağı’ olarak çalışırlar. Sanki film müziksiz olarak akmakta, seyirci müziği kafasında duymaktadır.

Temalar filmin önüne geçer ve seyirciyle filmin arasına girer. Onun müziğini seyirci- hikaye ilişkisinde Steiner’inkiyle Williams’inki arasında bir yerde konumlandırabiliriz.

1920'lerden bu yana filmlerin müzikle düeti değişim göstererek de olsa devam etmiştir. Klasik Hollywood’un hikâyenin hizmetindeki temalarının aksine, zamanla aynı yönetmenin “auteur” sıfatı kazanarak öne çıkması gibi, müzisyenler de özellikle 1960'lardan itibaren “rol çalmaya” başladı. Günümüzde her şeyin ‘yapısını söken’ yeni teknolojilerle birlikte film ve müzik arasındaki ilişkinin ne yöne evrileceği merak konusu. 1940'ların sinemaya başka hayatları tecrübe etmeye giden insanlarının aksine çağımızın insanı kendi hayatını dijital bir şova dönüştürmeye meyilli. Böyle bir dünyada insanların kendi hayatlarına döşedikleri fon müziklerinin Steiner’inkine mi, Williams’inkine mi, yoksa Morricone’ninkine mi yakın olduğunu tespit etmeye çalışmak güzel bir karakter analizi egzersizi olabilir.

Toplam 2975 defa okunmuştur.

Pamir Şen diğer yazıları:

YORUM YAZ

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.